Dönemin son derslerinden biri olmasına karşın hemen hemen dolu olan anfiye şöyle bir göz gezdirdiğimde, istisnasız kimsenin adını bilmediğimi fark ettim. Arkadaş canlısı biri değilim, hiçbir zaman arkadaş canlısı biri olmadım; dokunmaktan, sarılmaktan, tavsiye vermekten, teselli etmekten hoşlanmam. Çoğu zaman karşımdakini dinlerken sıkılırım ama bu yıl, tam anlamıyla yabaniliğimin doruğa çıktığı bir yıl oldu.
Sonunda bulutların arasında dolaşan egoma yenilip okul değiştirdim. Yeni okulumda toplam yirmi dersten muafım ama kıçını kaşımaya takati olmayan öğrenci işlerindeki memurların bitmek tükenmek bilmeyen bürokratik işlemleri ara sınavlara kadar uzadığı için bana verilen yirmi altı kredinin sadece dokuzunu doldurabilecek kadar ders alıyorum.
Sadece dokuz kredilik ders almak; cumartesi ve pazarla birlikte, haftanın beş günü boş olduğum anlamına geliyor. Geçmişe dönüp iç hesaplaşmalarıyla boğuşmak için yeterince boş vaktim var yani.
Son yıllarda aldığım her ayakkabının acımasız çıkması üzerine, artık form değiştirip durduk yere kanayan ayaklarıma aldırmadan, sürekli aynı sokaklarda gezip, aynı vitrinlere bakıp, aynı mağazalara defalarca girip, yine hiçbir şey beğenmemiş ifademi suratıma yapıştırıp, tek kuruş harcamadan dönüyorum yurda. Ne yazık ki bu ülkede yaşanmış hiçbir kriz bizi teğet geçmedi ve yine ne yazık ki varlıklı bir aile olarak tanınmamıza karşın, babamın ‘para harcanmak için değil yatırım yapmak içindir‘ politikasından dolayı, cebim doğru dürüst para görmüş değildir.
Böyle manik-depresif günlerimde, gerçekten harcanacak paramız olmadığı zamanları hatırlayıp tatlı hayallere dalarım. Sularımız akmadığından doğurmak üzere olan annemle sokağın diğer ucundaki tulumbadan su taşıyışımızı, sonra da babamın o taşıdığımız suyla duş alıp bizimle tek kelime konuşmadan çıkıp gittiği geceleri de yarı sarhoş bir şekilde eve döndüğü zamanları hatırlar, gülümserim.
Yaklaşık beş yıl, musluklarımız sadece dekoratif amaçlarımıza hizmet ediyordu. Yanlış belediyecilik, ‘böyle gelmiş böyle gider’ zihniyeti ve gereken diğer koşullar birleşince, milenyuma birkaç yıl kala, Diyarbakır’da benim neslimdeki birçok çocuk susuzluktan veya içine lağım suyu karışmış içme sularından dolayı tifo gibi saçma bir hastalığa yakalandı. Sonra Diyarbakır’ın efsanevi belediye başkanı Sayın Sör Profesör Doktor Ahmet Bilgin, şaşırtıcı bir şekilde şehrimiz için bir şeyler yapmaya, sonra da Melih Gökçek’inde sıkı takipçisi olduğu arkamda yaptığım iş yüzümde sırıtış aha bu bilbordlardaki de fotoğraflarımız geleneğiyle yaptıklarını halka duyurdu.
Babamın içkiyi bırakıp Refah Partisi saflarına geçişi de işte tam o döneme rastlar. Artık daha dindar bir aile reisi olduğundan mıdır yoksa işin aslı astarı farklı mıdır bilinmez, ama ekonomik açıdan rahata erdiğimiz yıllar da işte bu dönemdedir. Tabii bu durum babamın, Ahmet Bilgin bir daha ki belediye seçimlerini kazanmasın diye adak adamasına engel olmadı. Arkasından üç koyun kesti yanılmıyorsam.
Çoğu zaman pragmatizmin doruklarında gezmesine, benmerkezciliğine ve hatta umursamaz tavırlarına karşın ailecek severiz babamı. Yukarıdaki satırlardan ona nefret kustuğum sanılmasın yani. Benim ki sadece bir durum analizi. Zira en klişe haliyle söylemek gerekirse; hayat siyahlardan ve beyazlardan oluşmuyor. Bazen farklı renklere de ihtiyacı var.
GIPHY App Key not set. Please check settings