“Balköpüğü renginde 68 model bir Cadillac, kız gibi salınarak Nispetiye Caddesi’nde ilerliyordu. Arka koltuğuna kurulmuş, güneşin şaka olsun diye yüzünü az biraz gösterdiği Kasım ayının geçkin bir öğlen vakti, geçip giden zamanı kolluyordum.
Zaman nefes almaya çalışan bir köpek gibi kucağımda debelendi.
Tam o sıra başımı pencereden dışarı sarkıtıp yoldan geçen sana baktım.
Hatırlandın mı? “*
Levi, arabanın açık camından içeri dolan sıcak rüzgarı kovmak ve daha rahat nefes almak için elini sürekli havada savuruyordu. Elini son savuruşunda naylon torbaya çarptı. Hışırdayan torbaya, boş bira şişelerinin birbirine vurduğunda çıkardığı o çınlama sesi eşlik etti.
Levi, gözünü yoldan ayırmadan Filozof dilinde mırıldandı.
“Aynı zamanda bakan göz, seyredilen beden ve farkına varan bilinç olmalı Tanrı, ne dersin?”
Aklının köşelerine sıçrayan delice fikirleri birbirinden ayırt edemez bir halde kekeleyerek yanıtladı Filozof’u.
“Bu ne şimdi? Çükünü sıvazlamayı bırakmalısın. Kasabaya ne kadar var? “
Yola çıktığından bu yana beş birayı devirmişti ve şimdiden çenesini tutamıyordu.
“Her zaman kısa bir yol olmasını umuyorsun Levi. Kaçmamalısın dostum. Ve daha da önemlisi her defasında büyük bir kızgınlık ve bezmişlikle soluğu burada almaktan vaz geçmelisin. “
Levi, uzun favorilerinde biriken terleri sildi. Babasının ona bıraktığı tek mirası terli elleriyle kavradı ve vitesi değiştirdi.
“Berbat kullanıyorum bu meredi. Bakımsızlıktan da dökülüyorum. Kel kalmaktan değil de, arada bir çıkan şu saçlardan tiksiniyorum. İnsan biraz tutarlı olur. “
Sıkıntıyla seyrekleşen saçlarını dikiz aynasında düzeltmeye çalıştı.
“Yine hangi zavallı fikrin koynundan çıkıp geldin“ dedi Filozof.
Sözlerini kısa bir kahkahayla süsleyerek, “Tanımazsın” diyerek geçiştirdi Levi.
“Sanki diğerlerini tanıyordum. Bedenlerinin ne menem olduğu fark etmez. Sen aldatmakta ısrar ediyorsun kendini” dedi.
Sesindeki kesin yargı onu irkiltmişti. Torpido gözüne uzanarak, kafasında biriken sesleri kovmak için sigara paketini aramaya koyuldu. Sesini kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Sigara paketini bulamayınca yalancı bir çıldırmışlıkla koyverdi kendini.
“Kes şu zırvalamaları Levi, dikkatimi dağıtıyorsun Levi, rahat dur Levi…”
***
“Gençtik sevgilim. Sırtını, Aralık rüzgarının kabarttığı bir denize dayamış, üstüme yürüyen kabadayı omuzların vardı. Deklanşöre tam o anda basma gafletine düştüm. Sonsuza kadar kızgın ve korkunç derecede mağrur bir yüz ifadesiyle seni sonsuza kadar mimledim dostum.”*
Levi, annesi intihar ettiğinde on beş yaşındaydı. Babası bu beklenmedik ölümü Levi’nin omuzlarına yıkmadan, yılların sessizce geçip gitmesine izin verdi. Az konuşulan, sorgulamadan geçirilen bir ergenlik sonrası Levi, sessizlik çölünü terk ederek, üniversiteyi okumak için Ankara- DTCF Felsefe bölümüne kaydını yaptırdı. Okulun üçüncü senesinde –Haziran başıydı- babasının ölüm haberi geldi. Yurt müdürü odasına gelip haberi verirken, Levi kımıltısız gözlerle pencere kenarına biriken kelebek ölülerini izlemekteydi.
Babası göçüp giderken Levi’ye, Osmanbey sokaklarında manifaturacılarla geçen ömründen geriye, makas sesleriyle ayrılan kumaşların havada bıraktığı toz zerreciklerini, bir kumaşçı dükkanını ve 68 model Cadillac’ını bırakmıştı.
Levi, içine kapanık bir halde yaşamaya devam etti. Okulun son senesinde ikinci dönem kaydını yeniledi. Finaller başlamadan İstanbul’a dönmeye karar verdi.
Levi, mutsuz ve yalnızdı. Neredeyse bir yıldır kapalı duran kumaşçı dükkanının kapısına elinde birkaç parça eşyanın tıkıştırıldığı bir valizle dikildiğinde, güneş binaların ardında batmaya çoktan başlamıştı. Mahalle esnafı, kepenkleri kapatmaya başladığı sırada, gelen kısa boylu hafif toplu bu genci tanımıştı.
Cemil bey elinden tuttuğu torunu Alin’i çekiştirerek, Levi tabelayı asmadan hemen önce yanında bitivermişti. Endişeli bakışlarla, “Ah Levi, babanın kemikleri sızlayacak oğlum. Neden satarsın?” dedi. Levi, tabelayı kapıya astıktan sonra anahtarla kapıyı açtı ve “Buyurmaz mısınız Cemil amca? “ dedi. İçerden tozlu ve ağır bir koku karanlıkla birlikte sokağa yayıldı. Levi ışığı açmak için elektrik düğmesini ararken, “Sen de bilirsin ki, ben bu işi ömrüm boyunca sevmedim Cemil amca. Bu saatten sonra da zaten burayı yadigar niyetine işletemem” deyiverdi. Levi, kumaş topları ışığın geçmesine izin vermediği için karanlıkta kalan holün lambalarını da yakarak arka odaya, babasının çalışma masasına doğru ilerledi. Cemil beyle Alin de onu takip ettiler. Tozlanmış koltukların üstüne elinde tuttuğu gazeteleri seren Levi, Cemil beye dönerek, “Bu küçük hanım, bizim bebek Alin mi yoksa? “ dedi. Cemil bey, Alin’i karşısına gelen koltuğa, koltuk altlarından tutarak oturttu. “Evet, öyle Leviciğim. Zaman seni de bizden alıp götürüyor ya, yerine böyle avunalım diye yenilerini gönderiyor Tanrım. Her daim şükürler olsun O’na.”
Cemil beyin en büyük kızından doğan Alin, bir yandan yere değmeyen ayaklarını iskele kenarındaymışçasına neşeyle sallıyor bir yandan da elinde tuttuğu bilmeceler kitabından okumayı yeni söktüğü besbelli olan bir ritimle bilmeceleri sıralıyordu:
– Kap-lum-ba-ğa-nın-en-çok-nef-ret-et-ti-ği-şey-ne-dir? (Sır-tı-nın-ka-şın-ma-sı)
Elini ağzına götürüp, kıkırdadı. Göz ucuyla Levi onu izliyor mu diye kontrol etti.
– Gel-di-mi-ge-lir, git-ti-mi-gel-mez? (Genç-lik)
Alin, Levi’nin oyuna katılmasını istiyordu. İnanılmaz derecede utandığından, konuşacak cesareti yoktu. Yeni bilmecenin yanıtını dedesine yöneltti.
– Dede, gençlik ne demek?
Levi, Alin’in kara, uzun, düz ve ipeksi saçlarına dalmıştı. Soruyu duyduğunda köşeye sıkışmış Cemil beyin yüz ifadesini görmek için aceleyle başını çevirdi. Cemil bey belli ki bu tarz sorularla sık karşılaşıyordu. Levi’nin muzır bakışlarını da kaçırmamıştı. Bıyık altından gülerek, “Aa bak, ne şanslısın! Levi abin gibi insanlara genç denir kuzucum.” Alin, ısrarla gözlerini yanıtı teyit etmesi için Levi’ye dikmişti. Levi taça gönderilen topla baş başa kalmanın verdiği şaşkınlıkla, “Aslında Alinciğim, deden iltifat ediyor. Bakalım, genç ne demek? Sanırım bilmiyorum. Ama annen bunu kesin biliyordur.” diyerek topu yeniden oyuna soktu. Cemil beyle Levi bir süre daha oradan buradan konuştular. Levi alışkanlıkla sık sık saatine baktığından Cemil bey ”Hadi bakalım Alin hanım, Levi abinin yapacak işleri vardır. Annen de merak etmiştir bizi. Gidelim mi?” diye nezaketle konuyu toparlayıp, “Hoşçakal oğlum. Sen biraz daha düşün istersen.“ diyerek, kapıya doğru yöneldi. Levi, Cemil beyi kırmak istemezdi. Ardından seslenerek “Cemil amca dükkan senin sayılır. Ne dersin?” dedi. Cemil bey, birkaç saniyeliğine Alin’in eteğini düzeltmek için durdu, arkasını dönmeden, “Ah be Levi, Herkesler bizi zengin sanır. Sen de mi iş yapar sandın beni? Biz eski topraklar için iş dediğin hatırata saygı ticaretidir oğlum. Başka türlüsünü bilmeyiz. Hadi sağlıcakla kal“ dedi ve yoluna devam etti. Alin’in tahta zeminde çıkardığı küçük insan ayak seslerini dinlerken, Levi, duvarda asılı duran babasının güneyde çekilmiş fotoğrafına baktı ve babasıyla bu dükkanda geçirdiği sessiz çocukluğunu düşündü. Derin bir yalnızlık duygusunun üstüne üstüne yürüdüğünü fark etti. Elinin tersiyle gözlerine dolan yaşları silip, kumaş toplarını geride bırakarak, yaktığı her bir lambayı söndürüp çıktı.
***
“Tatlı Levi’den, unutulmayacak dersler sevgilim;
– Oyuncaklar yaşlanır mı baba?
– Sahipleri onları unutmuşsa evet!”
Levi, Cadillac’ın sırtında güneye doğru yola çıkalı on üç saat olmuştu. Uzayıp giden yol, felaket derecede ıssızdı. Arada bir cırcır böceklerinin sesine tarlalarda başakların salınışı ekleniyor, hayatın bir yerden akıp gittiğine dair cılız sinyaller veriyordu. Böyle olmasa ölüme denk görünecekti manzara.
Haziran ortalarına doğru, başaklar tarlalarda boyunlarını ağırlıkları oranında yere sarkıtmaya başlamışlardı. Arada bir kararan hava ve esen rüzgarla, Van Gogh’un ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’ tablosunu andıran bir doğa karşısında Levi, kendisini yol ayrımında hissetti. Aklı yeniden delice sayıklama kuyusuna düştü.
“Evet, koca bir evet. Kasabayı unut, tamam mı? Burada, şimdi gazı kökleyeceğim ve ilk virajda o lanet uçurumun dibine kendimi göndereceğim.” dedi. Kafasını bir o yana bir bu yana çevirip duruyordu. Bir süredir iç kavgalarının dışa vurumu, gözlerine yerleşen, pis bir sırıtışla kendini açık eden Filozof’la yine kavgaya tutuşmuştu:
“Bu çok berbat bir fikir Levi. Yine de ayağını sakın gazdan çekme. Spin atmanı zevkle izleyeceğim.“
“Saçmalama, bal gibi de ölebilirim. “
“Sen onu kuşuma anlat. “
Levi giderek kontrolden çıktı. Direksiyonu tuttuğu eli sıkmaktan bembeyaz olmuştu. Birden boşta kalan elini torpidoya indirdi. Sararmış bir kağıt parçası ayaklarının dibine doğru yuvarlandı. Panikleyen Levi direksiyonu tutan elleriyle başını kavradı. Araba yolda yalpalamaya başladı. Hiçbir şey umurunda değildi. Düşen mektubu almak için başını, açtığı bacaklarının arasına gömdü. Saniyeler içinde elinde mektupla yüzü gözü kızarmış halde kafasını bacakları arasından çıkardı. Elinde tuttuğu mektubu sallarken bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
“Suratını dağıtacağım. Ciğerlerin patlayana kadar “hayır!” diye haykıracaksın.”
Aklındaki ses gitsin istiyordu. Ama kendi kendine çoğalan kanserli hücreler gibiydi düşünceleri. Kafasının içindeki basınç giderek artıyordu.
“Hasat mevsimi dostum. Farelere dikkat et!” dedi Filozof.
Son zamanlarda, sürekli alay ediyordu onunla. Eskisi gibi eğlenceli değildi sohbetleri. Aklının içinden dudaklarına taşmaya başlamıştı küfürler. Dikiz aynasına hışımla baktı.
Levi’nin babası çocuksu bir adamdı. Levi küçükken arka camdan etrafı izlemeye dalar, babası seslendiğinde dönüp yanıt vermek istemezdi. Bu yüzden babası arka koltuğun üst tarafına da bir ayna monte etmişti. O günden sonra buradan konuşmaya başlamışlardı. Levi bayılmıştı bu oyuna. Birbirinin içine geçen görüntüler.
Bir an babasının görüntüsü belirdi aynada. Yaşlı Levi, izlendiği aynadan seslendi.
“Yalan, hepsi yalan! Gözüme giren şu güneş bile yalan. Bak, yanındaki çantayı görüyor musun? O lanet çantada ne var biliyor musun?”
Sanrı aklını başından aldı. Babasının sesine annesinin “Levi! “ deyişi eşlik ediyordu. Bir an sonra belirsizlik içinde ses ve görüntü kayboldu. Levi, Filozof’un elindeki mektubu fark etti.
“Hey… Bırak o mektubu!”
“Tatlı Levi… yaramaz Levi… anneyi üzme Levi… bıdı bıdı… Evet, ne diyordun?“
“Ben… Çanta, çantanın içinde…”
“Ahh…Tam bir kız silahı. Ne kadar da ironik. Hey, sana fareleri ezmemeni söylemiştim değil mi!“
“Ne faresi, yolda farenin işi ne? Kes dalga geçmeyi de bak! Az sonra havada beyninin patlayışını izleyeceğim.“
“Seni kimse durduramaz dostum. ‘Rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında…’**“
“Bunu yapma, tamam mı? “
“Ne, neyi yapmayayım? “
“O lanet silahla dans etmeyi bırak. “
“Hadi ama yakınlaşmaya çalışıyorum. Annen mi vermişti kitabı sana? Çıkarımların ahmakça Levi. Holden*** daha on üç yaşındaydı dostum. Hayatı sorgulamak için geç kaldın. Hem sen neden bu kadar yavaş kullanıyorsun ? Fareleri unut! Sür hadi, beynimin kıvrımlarını görmeni ne zamandır bekliyordum.”
“Bu kez tamam.”
“Bang, bang. He shot me down, bang, bang….”
***
“Kuşlar, fırtınadaki kar taneleri gibi hiddetle uçuyor, menzile varan bir ok gibi toprağa saplanıveriyorlardı. Kimse ölümleri görmeyi göze alamadı.”*
“Dedim sana değil mi? Sen asla öldüremezsin. Yola dikkat et! Bak sana son yazdığın dizeleri okuyayım. Bunu daha iyi anlayacağına eminim. Hı, ne dersin? “
“……………..”
“Bir İntiharcı baladında der ki;
Bileklerini kesme sakın
Hayatın akışına bırak kendini
Nasılsa duvarlara çarpa çarpa ölürsün!”
“……………..”
“Hadi ama! Gerçeği yüzüne çarpmamdan her zaman hoşlanırsın. Neden şimdi büzüşmüş armut gibi somurtuyorsun? “
“Sen dünyanın en boktan insanısın, kabul et.”
“Ohooo, o kadar da değil! Kendine bu kadar yüklenmemelisin kuzum. Arada bir işe yaradığın bile söylenebilir. Aaa, bak! Alıcı kuşlar avlanmaya çıkmışlar.“
“…hükümeti ile İsrail Devleti arasında yapılan …“
“Radyoyla oynamayı bırak, elinde kalacak.”
“Teach me tiger I would kiss you… wa wa wa wah
Show me tiger I´ll would kiss you… wa wa wa wah
Take my lips, they belong to you…
But teach me first, teach me what to do……”****
“Lanet pencereyi kapat! Üşüdüm ben.”
“Haziran ayında insan üşür mü? İtiraf et. Sen seversin böyle havaları. Tatlı ve ağırdan alan bir ölüm gibi…”
“Allah aşkına, kafayı üşüteceğim.”
“Peki tamam. Söyle bakalım, akşama ne pişirecek bu çok ısınmış kafa? “
“Sırıtmayı bırak. Fakültedeki lanet herifler tıka basa bok yedirdiler her gün. Temiz bir laf çıkmaz benden.”
***
“Sevgilim;
Acı bir safsatadır, Gözyaşı Kasabası’nda. Vur beni, çocukların ölümünü görmeye dayanamıyorum artık.“*
“Geldik mi?”
“Evet. Unutma Levi, sadece kemiği ilikten sıyıracaksın. Ben burada seni bekleyeceğim.”
“Tamam. “
***
* Levi’nin intihar eden annesinin babasına yazdığı mektuptan yapılan alıntılardır.
** The Catcher in the rye, J.D. Salinger
*** Holden Caulfield, J.D. Salinger’ın The Catcher in the rye adlı romanının baş kahramanı.
**** Teach Me Tiger, April Stevens’ın 1963 yılında seslendirdiği parça
GIPHY App Key not set. Please check settings