Şimdi bu anlatılacakları bir başkası anlatsa kimse dinlemez de, ben körüm diye beni herkes dinler. Bilmezler, ben kör olmadan önce de konuşmayı çok severdim. Kör olunca benim dilim değil, burnum iyileşti. Kapalı çarşıda yolunuzu bulmanın en iyi yolu da budur zaten. Hatırlıyorum da, birbirinin aynı o kadar incik cincik sokağın arasında nereye gideceğimi şaşırırdım. Sonra olan oldu, ufak bir körlük durumu geldi oturdu tam yerine. Daha doğrusu, iki körlük durumu. O da enteresan bir hikayedir esasında, anlatayım;
14-15 yaşında falanım herhalde, Arabacıoğlu sokakta Fatih Usta vardı o zamanlar, onun çırağıydım ben de işte. Boş boş dolanacağıma, gider hem dil öğrenirim, hem iş öğrenirim diye yollardı babam. Fatih Usta da bir öğlen yemeğini çok görmezdi sağ olsun. Boğazlı adamdı zaten, dükkanda iş az oldu mu, çıkar Sultanahmet’e inerdik, Hamdi’ye giderdik. Hamdi o zamanlar ufacık bir yer, ama terası aynı terastı. Bazen balık ekmeğe götürürdü beni, ama en çok Eminönü’ndeki meyhaneleri severdim. Fatih Usta Mavi Papağan’a giderdi, tabi ben de. Öğle vakti Boğaz’a karşı serin serin iki tek atmaya bayılırdı, beni de alırdı yanına, bana rakı vermezdi başlarda, sonra tek tük, öksüre möksüre ben de içmeye başladıydım.
Bir gün yine Mavi Papağan’da o bir ufak, ben bir duble rakıyı güzelce devirdikten sonra bedestenin yolunu tutmuştuk ki, Fatih Usta’nın kardeşi Yuri’yle karşılaştık. Yuri o zamanlar bıçkın delikanlı, gencecik, kıpır kıpır. O da kapalı çarşıdaydı, ama onun işi tekstildi. Adı da Yuri falan değildi aslında, ama gelen giden Ruslarla arası pek iyiydi, o yüzden adama Nuri yerine Yuri demeye başlamışlardı. Ondan 10 sene sonra Ruslar uzaya çıkınca adı Uzaylı Yuri’ye de çıkmıştı, ama o fazla uzun sürmedi. Amerikanlar aya gidince, Nuri yine Yuri oldu.
Yuri bizi eşek osurtanda görünce havalara uçtu. Abi-kardeş sevişirler bilirdim de, neden bu kadar sevindiğini anlamamıştım, ama mesele kısa sürede kendini aık ettiydi.
Hızla kafamı okşayıp “Nasılsın aslan parçası?” diye bana sormayı ihmal etmeden lafa girmişti. Ufak ufak sırıtmıştım ben de, büyüklerin yanında pek konuşmazdım.
“Ağbi n’aber?”
“İyidir abisi, senden n’aber?”
“İyidir ya, ya bi’ yüzük aldım ya geçen senden. O olmadı.”
“Nasıl olmadı oğlum? Kız geldi, denedik kızın parmağında. Oldu, uydu, sevindi, gitti falan, kızın parmağı şişmedi ya bir günde?”
“Ya olmadı abi işte, bak ben sana vereyim, azıcık açtırırsan şahane olur.”
“Ne iş çeviriyorsun oğlum gene sen?”
“Ya bir iş yok, kızın parmağı da şişti, kendisi de işte, anlasana…”
“Allah seni bildiği gibi yapsın Nuri.” Bir yandan da gülüyordu. “Ver, tamam. Hey güzel Allah’ım.”
Daha önceden bahsettiğim gibi, Yuri’nin Ruslarla arası epey iyiydi. Gelen giden kızların hepsiyle en azından nişanlanırdı. Bir sene bir bavulu doldurmaya gelip Yuri’yle tanışıp, öbür sene beş bavulla memleketi terk edip, Yuri’nin yanına yerleşmeye gelen Rus ablalar olurdu. Yuri bir şekilde geri gönderirdi onları, ama her ne hikmetse öbür sene yine gelirlerdi alışverişe. Bu sefer yüzüğü kaptırmadan kızı göndermeyi becermişti anlaşılan, şimdi de başka bir müşteriye uydurulacaktı yüzük. Ruslarda da boy pos pek değişken oluyor. Bizim kadınların cümlesi bir elliye bir elli, onlarda kimi bir elliye bir elli, kimi bir seksene bir elli. Bu seferki kare cinstendi anlaşılan. Sonuç olarak, yüzük genişletilecekti.
“Gelip alayım mı yarım saate?”
“E iyi gelip al bakalım.”
Yarım saatte yüzük tamirhaneye gidip gelmezdi, o yüzden bu konuşmalar, işi Fatih Usta’nın yapacağı anlamına geliyordu. Hep beraber Mahmut Paşa’dan yukarı tırmandık, önce Yuri’yle Fatih Usta, arkalarında tıpış tıpış ben. Sağa sola bakmayı pek severdim, zaten halıcılar çarşısında sağa sola bakmadan yürümek imkansızdır. Bizi tanıdıkları için esnaf bize bağırmazdı, ama o ayıla bayıla çağırdıkları ve beleşe çay, gazoz filan verdikleri müşterilerden biri olmak istiyordum ben de o zamanlar. Haberim yoktu tabi içeride adamları nasıl uçtuklarından, istesem de asla o kadar uçulacak kadar param olmadı. O yüzden sağa sola bakınmakla kaldım, artık o da yok, ama koku var işte.
Mahmut Paşa’dan yukarı çıkınca Mahmut Paşa kapısından bedestene girilir. Mahmut Paşa kapısından girince, kendinizi kuyumcular çarşısında bulursunuz. Tam da gitmemiz gereken yer. Kapalı Çarşı’da her şey şans eseri olur gibi gelir, ama yok, onca karmaşaya rağmen her olay bir sebeple vuku bulur. Bu sebep belli değildir, ama bu sefer bizim kuyumculara gelme sebebimiz belliydi. Yüzüğü büyütmek. Aslında zaten dükkana geri dönecektik. Dükkan demişken, o gün dükkanın önüne geldiğimizde dükkanın önünde bekleyen bir adam ve karısını gördük. Adamla kadının, herifle karı olduklarını ilk görüşte anladım, çünkü daha önceden de gelmişlerdi. O da başka bir alyans, başka bir göz meselesi işte.
Fatih Usta müşterilerini görünce hiç istifini bozmadan altın yüzükle, kızın başka kendi bir yüzüğünün olduğu keseyi bana verdi. “Asım Ağbi’ne söyle, elini çabuk tutsun. Nuri için olduğunu da söyle. Hadi yavrum.” Keseyi en sıkı cebime soktuğum gibi başlamıştım koşmaya her zamanki gibi. Arabacıoğlu sokaktan, Sandal bedestenine, oradan Kalpakçılar caddesine. Upuzundur Kalpakçılar, Asım Ağbi’nin atölyesi de ta en ucundadır. Neyse, koştur koştur. 5-10 dakika sürer en fazla.
Asım Ağbi’yi severdim, çünkü gittiğimde iş yaparken bana hep bir şeyler anlatırdı ve oralet ısmarlardı, ama bazen sadece sızlanır, o zamanlar sıkılırdım. O sefer de yine kapalı çarşı’nın eski günlerinden, eski kalabalığından, eski müşterinin güzelliğinden bahsetmişti, o yüzden biraz sıkılmıştım, ama neyse ki yüzüğün işi basitti. Takarsın malafaya, iki tık tık oradan, bir tık tık oradan. Biraz ısıt, biraz vur. O kadar. Bu yüzük büyütme işi de 10 dakikada bitmişti. İş bitmişti ama, benim Asım Ağbi’nin atölyesinin önünde, Kalpakçılar’ın ta bir ucunda dururken aklıma gelen soru, o günün konusunu belirleyecek olan asıl şeydi. Yüzüğün işi bitmişti, parlayıp, cilalanmıştı bile. Yüzüğü Yuri gelip dükkandan alacağına, ben direkt ona götürebilirdim, hem böylece zamandan tasarruf edip akıllıca bir iş yapmış olacaktım, çünkü Yuri dükkana gelmeyi unutursa, o Rus’undan zılgıtı yemesin diye ben koşup ona götürecektim. O zamanlar oradan oraya koşmayı kötü bir şey sandığım için, dükkanda Fatih Usta’yla oturmayı tercih ediyordum. Şimdi farklı tabi, artık burnumun dikine bedestenin içinde oradan oraya yürüyorum. Yanlış anlama olmasın, işim olmadığında dolanıyorum. Boş boş dolanan kör geveze kuyumcu değilim yani.
O gün bu akıllılığı aklıma getirmiştim de, küçükken işleri ele almak normalden de zor gelir insana. O yüzden elimde malafayla Kalpakçılardan aşağıya, geldiğim yoldan gerisin geri Arabacıoğlu sokağa doğru koşmaya başlamıştım. Caddenin ortasına doğru, soldaki dükkanların camlarına baka baka koşarken bir anda Sorguçlu Han’dan çıkan ayaklı şerbetçiyi görmeyince olan olmuştu işte: Ben şerbetçiye, şerbetçi koca maşrapasıyla birlikte yere, yüzümü vurmayayım diye önce ellerim olmak üzere ben yere, elimdeki malafa önce yere, sonra da hızla yere yaklaşır haldeki yüzüme ve her ne hikmetse cort sesini de eksik etmeden tam sol taraftaki dükkanların camekanlarına baktığım sol gözümün ortasından yuvasının ta köküne kadar yerleşmişti.
Şerbetçi yere dökülen şerbetinin acısını çıkarmak için “Lan deyyus!” diye üzerime çullanacaktı ki, ne olduğunu anlamamış bir halde, tabiri caizse mal mal orta yerde duran beni görünce adamın rengi bir anda attı. Tek gözüm o anda hala gayet güzel gördüğünden, adamın renginin nasıl attığını dün gibi hatırlarım. Malafa sol gözümde olduğu halde ben yavaşça yere çömmüştüm, sonra da kıç üstü oturup yavaştan sırt üstü uzanmıştım o tatlı ve serin şerbete. Gözümden akan kan şerbete karışıyordu, benimse aklımda hala neden yüzüğü dosdoğru Yuri’ye götürmediğim sorusu vardı.
Olay bütün Kapalı Çarşı’yı sallamıştı. Malafası gözüne kaçan kuyumcu çırağı diye laf bir iki günde Eminönü’nü, Sultanahmet’i, hatta Sirkeci’yi bile sarmıştı. Oradan kalkan vapurlar, otobüsler artık nerelere götürdü sol gözümün haberini bilmiyorum, ama beni kucağında hastaneye taşırken Fatih Usta’nın “Ah yavrum, ah yavrum…” diye sayıklayışı şimdi bile kulağımda. Körler böyle hatırlıyorlar işte tek tük anılarını, çok iyi hatırlamasam böyle çok anlatmam zaten.
Hastanede bir iki gün kaldıktan sonra gözümü sarıp, uzun bir ev istirahatı vermişti doktorlar. Ev istirahatının uzunu bir gündür tabi çalışan adam için. Gözümün ağrısı geçer geçmez kalkıp bedestenin yolunu tutmuştum ben de. Fatih Usta, Arabacıoğlu sokaktaki dükkanda sol gözümün çıktığı günkü karı-kocayla, o gün aldıkları alyans hakkında konuşuyorlardı dükkana girdiğimde. Kadın yüzüğü çok beğenmişti ama işlemeleri bulaşık yıkarken tabak çanağı çiziyordu, onlar ince zevklerine düşkün bir aileydiler ama hizmetçi tutacak kadar da müsrif değillerdi kadının dediğine bakılırsa. O yüzden yüzüğün değişmesi gerekiyordu. Daha sade bir yüzük alınacaktı. Ben içeri girince Fatih Usta “Gir oğlum, geç otur.” demişti sakin sakin. O öyle sakin sakin konuştuğunda ben hoşuna gitmeyen bir şey olduğunu anlardım. Hemen geçip oturmuştum iskemlelerden birine. Kaza geçirip, sakat kısmına katıldığım için hala çırağı mıydım, değil miydim bilmediğimden, içeri de geçmemiştim.
Koca-karı, şu değil, bu değil, bu güzel, yok bu değil diye diye en sonunda Fatih Usta’nın kafasından o anda dökülen saç öbeğini gösterip, aha bu güzel, ben bunu istiyorum demişti. İşte o da o günün konusunu oluşturacak olaydı. Saç tellerinden bir alyansı kim takar diye düşünmemize kalmadan kadın durumu açıklamıştı: “Aynı şu saç tellerinin şu anda durduğu gibi gözüken, altından bir yüzük istiyorum Fatih Beyefendi.” Kadının isteği son derece açık ve kesindi. Tüm bedestende saç teli kadar ince şekilde altın işleyebilecek tek kuyumcu ustası Fatih Usta olduğundan, bu müşteriyi geri göndermek demek, adam saçı kadar ince altın işleyebilen tek usta olma unvanından da vazgeçmek demekti.
Fatih Usta fazla tereddüt etmeden “Tamam.” dedi. Kadının parmak ölçüsü belliydi, Fatih Usta müşterilerini uğurladıktan sonra saç tellerini alıp, içeri, kendi atölyesine doğru girerken bana “Yavrum dükkan sana emanet, ben şu yüzüğü yapayım.” dediğinde, dünyalar benim olmuştu. Artık kalfa bile sayılabilirdim.
Artık günler su gibi geçiyordu, gelen müşterilere tek gözümle hizmet ediyor, yüzük, bilezik, gerdanlık, ne varsa satıyordum. Tamir olacağı zaman çaycının çırağını çağırıp malla beraber onu Asım Ağbi’nin yanına yolluyordum, iyice de tembihliyordum: “Malafayı sıkı sıkı tut, sakın sağına soluna bakma yürürken, düşerken ellerini yere koyma.” Halbuki benle aynı yaştaydı ve benden uzun süredir bütün Kapalı Çarşı’ya çay veriyordu çocuk, yolunu da, yürümesini de benden iyi biliyordu haliyle. Yoksa bunca zaman iki gözü yerinde kalmazdı zaten.
Kapalı Çarşı’da hiçbir şey boşuna olmaz demiştim ya, kuyumcuların da Mahmut Paşa kapısında olması boşuna değildir. Mahmut Paşa caddesi, Cağaloğlu’na, valiliğe, Babıali’ye, elçiliklere açılır, ne kadar bürokrat, gazeteci, diplomat varsa, karılarına, metreslerine, sevgililerine bir şeyler almak için bu kapıdan girerler. Zamanla bütün zengin işi yapan esnaf, yani bütün kuyumcular bu tarafa toplanmış. Tam bu yüzden de, bedestenin karakolu da buradadır. Bir olay çıktığı zaman da burada çıkar. Tam Fatih Usta’nın adam saçı inceliğinde işlenmiş yüzüğünü bitirdiği gün, bu bahsettiğim olaylardan biri çıktı. Tam da bizim dükkanda. O da boşuna bizim dükkanda değil, adam saçı inceliğinde işlenmiş altın yüzükler her gün yapılan şeyler değil neticede, bunu bilen duyan arsız, hırsız, kim varsa geliyor.
O gün de, tam Fatih Usta arka tarafta karı-kocanın yüzüğünü bana gösterirken, ben de yüzüğü 1 haftalık kalfalık döneminde edindiğim kuyumculuk tecrübesiyle olgunlaşmış sağ gözümle güzel güzel incelerken, içeri bir adam girdi, elinde altı patlar var. Şimdi buna önce “Beyinsiz!” deyip, sonra da bir güzel dövmek lazım, çünkü karakol bizim bir yan sokakta, yani istese de bir yere kaçamaz. O yüzden beyinsiz. Dayağı hem o yüzden, hem de Allah’ın bir güzel kulu Fatih Usta’nın emeğini çalmak istediği için hak ediyor. Sinekliğin arasından gördüğüm kadarıyla da çirozcuk bir şey. Yine de benden büyük tabi, ama olsun, ben o sinirle “Ya Allah!” deyip kapıdan çıktığınm gibi adamın üzerine atladım. Adam küçücük çocuğu üzerine çullanır görünce ne olduğunu da tam kavrayamayıp öyle bir havaya sıkayım demiş sonradan anlattığına göre, ama ben de adamın üzerine atlama halinde olduğum için, kurşunla havada buluşmayı becermiştim. Kurşun, tam Fatih Usta’nın kendi saçı kadar incecik işlediği altın yüzüğü incelediğim sağ gözümün ortasından girip, kafamın sağında bir yerlerden çıkmış olacak ki, sağ gözüm parça pinçik oldu, ama benim bilincim bile kaybolmadı.
Öyle iyi hatırlıyorum ki, o anda yanan canımı bile fark etmeden o aptal oğlu aptalın tepesine öyle bir binişim vardı ki, görülmeye değerdi. Fatih Usta’nın bir anlatışı vardır, o gördü tabi, ben o sırada adamı pataklamakla meşgul olduğum için görememiştim durumu: “Tek gözü korsan gibi kapalı, öbür gözünden oluk oluk kan akan bir çocuk, yatırmış elinde altıpatlarla herifi, vuruyor da vuruyor, ama ne vurmak, yarısı boşa. Herif korkudan çoktan bayıldığında bizi çırak hala vuruyordu.”
Benim adama daha fazla vuracak mecalim kalmayıp da, kenara yatıp içimi hafifçe geçirdiğimde Bekçi Bekir adındaki polis bozması da dahil tüm konu komşu Arabacıoğlu sokaktaki dükkanın kapısının önünde şaşkınlıkla beni izliyormuş. Ben kenara yatınca, şoktan çıkan Fatih Usta o ay içinde ikinci kez kulağıma “Ah yavrum, ah yavrum…” diye fısıldayarak beni kucağında hastaneye yetiştirmişti.
İyileşip de, ayaklanıp da, gözün kör vaziyette ayak alışkanlığına güvenip Kapalı Çarşı’ya gitmeye kalktığımda beni Şişhane taraflarında babamın bir tanıdığı tanıyıp da eve teslim etmişti, ama ikinci üçüncü seferde yolunu bulup da Mahmut Paşa kapısından içeri girdiğimde beni ilk gören çarşının başındaki ufacık delikte ayakkabı bağcığı satan İsmail Ağbi alkışı basmıştı. O günden sonra, Fatih Usta’nın atölyesinde el yordamı, burnumun dikiyle bir şeyleri kurcalaya kurcalaya, daha da kör edecek başka gözüm kalmadığından başımı başka belaya sokmadan altın işleyerek, bol bol Asım Ağbi’ye gidip ondan yardım alarak geçirdim günlerimi, şimdi de farklı değil. Gerçi ne Fatih Usta kaldı, ne de Asım Ağbi, ama artık onlardan yardım almama da gerek kalmadı.
Körlüğe alışıp da rahatça yürümeye başlamam 3-4 seneyi buldu, ama sonra bedestenin içinde eskisinden rahat dolaşmaya başladım, çünkü sağdan halı, soldan bahar kokusu gelir, her yerin bir kokusu vardır Kapalı Çarşı’da. Hem bir köşeyi dönünce, köşenin ardı kaybolur gider görüntüde, ama kokusu kalır. O yüzden böyle karman çorman yerde burun daha iyidir. Daha önce de dediğim gibi, burada hiçbir şey öylesine olmaz. Boşuna çıkarmadım gözlerimi yani. Bir oğlum olsa, o da kör olsun, çaycı olsun isterdim. Dolansın dursun burnunun dikine Kapalı Çarşı’yı ömrü boyunca.
GIPHY App Key not set. Please check settings